Quantcast
Channel: Atlantisten Gelen Kadın: Tuğba Keleş – Tersninja.com
Viewing all 59 articles
Browse latest View live

Johnnie To Usûlü Yankesicilik: Sparrow (Man Jeuk)

$
0
0

 

Eli silahlı “kanki”lerin hikâyelerine şiirsel dokunuşlar yapan yönetmen Johnnie To’yu tanıyıp sevdiğimiz kendine has aksiyon hikâyelerinin hem uzağında hem de bir o kadar yakınında duran bir filmle, Man Jeuk (The Sparrow-Serçe) ile bu hafta da bize ayrılan yerdeyim.

 Tuğba Keleş 

Erkekler arası dostluğu beyazperdeye yansıtan en iyi isimlerden biri de hiç şüphesiz ki Johnnie To. En azından şimdiye kadar seyrettiğimiz filmlerinin %90’ı bu hat üzerinde yürüyordu. Başka bir deyişle, yönetmenin batıda seyirciye ulaştığı filmler, hep erkekler üzerinden çekilmiş, bir nevi ‘aksiyon’ filmleriydi. Tekrara düşmek gibi olabilir ama, To’nun sinemaya ilk girdiği zaman çektiği filmlerin genellikle komedi türünde olduğunu daha önce de belirtmiş olabilirim. Man Jeuk ise romantik-dram olarak, yönetmenin filmografisinde farklı bir yer tutuyor.

 

Ortada her zamanki gibi bir suç unsuru var. Ama söz konusu unsur yerini mafyatiklikten yankesiciliğe bırakmış. Simon Yam’ın başı çektiği dört kişilik bir çete, geçimini yankesicilikten sağlamaktadır. Hong Kong’un hem gelenekselliğini korumuş hem de değişen yüzününün okunabildiği caddelerde, başta turistler olmak üzere gelene geçene güzel bir ayar çekerek, yankesicilik işini oldukça ince telden icra eden çete üyeleri, bir süre sonra kendilerini hiç ummadıkları bir romantizmin içinde bulurlar. Çivi çiviyi söker, bela belayı çeker gibi nice güzel özlü sözde de dendiği gibi aslında romantizm romantizmi çekmiştir. Zira Simon Yam’ın canlandırdığı karakter, kendi söküğünü kendi dikecek kadar becerikli,  evine davetsiz giren serçeyi incitmeyecek kadar narindir. Suratından hiç eksilmeyen tebessümü ile neredeyse sigara dumanından kalp şekli çıkaracak kadar romantiktir. Geçmişin psikopat katil, mafya babası vb. kötü rollerinde izlemeye alışık olduğumuz oyuncunun bu yönünü görmek, her bünyede farklı bir tahribat yaratabilir. Amma velâkin filmin tam da nereye gittiğini anlamadığınız bir noktasından itibaren yönetmenin ağırlığını hissetmek, fevkâlade bir his yaratıyor bünyede.

Romantik Yam, yankesicilikten fırsat bulduğunda bisikletiyle Hong Kong sokaklarını arşınlarken zaman ayırdığı fotoğraf hobisi sebebiyle, o an birilerinden kaçtığı oldukça açık olan bir kadına rastlar. Kısa süreler içerisinde sürekli olarak rastgeldiği kadın aynı zamanda çetenin diğer elemanlarına da gözükür olmuştur. Her bir eleman, kadın ile sözde tesadüfî anlar yaşarken, kısa süre sonra kadının gerçek yüzü ortaya çıkar. Kelly Lin tarafından canlandırılan kadının bir sorunu vardır ve çözmek için son çare olarak yankesici çetesinden medet ummaktadır.

 

Yönetmen Johnnie To (solda) ve oyuncular (sağda)

Başlamadan evvel To ne diye böyle bir film çekmiş dedirten ama finalde bu lafları sahibine yediren çok tipik bir To filmi Man Jeuk. Yağmur ve şemsiyeler altında bir yankesicilik şaheseri sunarak, şiirselliğini ne çekerse çeksin elden bırakmayan biri olduğunu ispatlıyor yönetmen. Filmde Simon Yam’ın yanısıra Johnnie To’nun gedikli oyuncularından Lam Suet de arz-ı endam eylerken, seyirciye de filmin romantikliğine aldırmadan sabırla seyretmek düşüyor.

The Sparrow- Man Jeuk

Yönetmen: Johnnie To

Senaryo: Kin Chung Chan, Chi Keung Fung

Oyuncular: Simon Yam, Kelly Lin, Ka Tung Lam, Hoi-Pang Lo, Wing-Cheong Law, Lam Suet

Yapım: 2008, Hong Kong, 87 dk.

 

 

İlk yayınlanış tarihi 22.12.2011.

 

Başlamadan evvel


Civciv Çıkacak !f Çıkacak

$
0
0

!f istanbul

13. İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali tüm hızıyla yaklaşıyor. Yaşantımızı derinden sarsacak yaklaşık iki haftalık film ziyafeti için süpermarket alışverişimizi de hızla yaptık bu sene de çok şükür. Sığınağı doldurduk ve son sürat çarpmaya hazııııırıııızzz!

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

Bu sene festival, Japon Sineması açısından benim için üç büyükleri getirmesi dolayısıyla öpüp de başa koyulası cinsinden. Hayao Miyazaki, Takashi Miike ve son yıllardaki gözdem Hitoshi Matsumoto‘nun birer filmine ev sahipliği yapan festival, ayrıca neredeyse ölmüş bir tür olan gialloyu yeniden canlandıran neo-giallo ikilisi Hélène Cattet ve Bruno Forzani‘nin son filmi (adına kurban) Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi ile de “baş parmaklar yukarı” ambiansı yarattı.

Kötü film seyretmek için hayatın çok kısa olduğunu düşünenlerin aksine, film konusu okumadan seyrettiğim filmler bini aştığı için bu sene de yalnızca ana başlık altından film seçerek saatlerimi doldurmayı yeğledim. Festivalin benim açımdan vazgeçilmez bölümü Karanlık ve Köşeli ağırlık çalışmalarım arasında yukarıda adı geçen filmlerden başka bir de Blue Ruin / İntikam bulunuyor.

La-bande-annonce-du-jour-L-Etrange-couleur-des-larmes-de-ton-corps

Bu sene yaptığım liste içerisinde gitmeyi çok istediğim halde zaman açısından uygun olmadığı için gidemeyeceğim bir iki film de var. Bunlardan biri müzik grubu The National ile alakalı olan Mistaken for Strangers diğeri de Wong Kar Wai‘nin Yi Dai Zong Shi‘si.

Genel olarak film festivallerinde daha fazla sayıda klasik ya da kült film olsun istiyorum ama sanırım !f İstanbul bunun için kısıtlı bir festival. Dolayısıyla bu yıl da yalnızca bir adet kült filmi seyirci karşısına çıkarıyorlar. Robert Mitchum’lu Night of the Hunter, bu açıdan kaçmaz bir film. Film sonrası dövme dükkanlarında parmaklara Love&Hate harflerini kazıtmak için uzun kuyruklar oluşacağını ön görüyorum.

Kısacası film seyretmek güzeldir. Şu soğuk kış günlerinde sıcak salonlarda kurulup film seyretmekten başka yapılacak daha güzel ne var? (Uyku) Parantez içlerini dikkate almayan sevgili okuyucularımıza biletler konusunda iyi şanslar diler, seyredeceğimiz filmler hakkında yeniden bu sayfalarda buluşmak üzere derim. Kalın sağlıcakla…

L’İST’ANBUL

Blue Ruin / İntikam (ABD-2013)

L’etrange Couleur Des Larmes De Ton Corps / Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi (Belçika, Fransa, Lüksemburg-2013)

Mogura No Uta – Sennyû Sôsakan: Reiji / Köstebek Şarkısı: Gizli Ajan Reiji (Japonya-2013)

Kaze Tachinu / Rüzgar Yükseliyor (Japonya-2013)

Under The Skin / Derinin Altında (İngiltere-2013)

Yi Dai Zong Shi / Büyük Usta (Hong Kong, Çin-2013)

Mistaken for Strangers (ABD-2013)

R100 (Japonya-2013)

The Night of the Hunter (ABD-1955)

!f’ten Kısa Kısa: Mogura No Uta-Kaze Tachinu (Köstebek Şarkısı- Rüzgar Yükseliyor)

$
0
0

Mogura-no-Uta Kaze-Tachinu-Hayao-Miyazaki

Ucundan kıyısından bir şekilde bu sene de tutunmayı başardığım !f İstanbul, tüm hızıyla devam ediyor. Unutmayınız, festival İstanbul’da bitse bile, Anadolu çapında geniş bir coğrafyaya yayılacak.

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

Festivallerin yılmaz Uzakdoğu avcısı bendeniz, festivalin açılışını her ne kadar Dallas Buyers Club adlı filmle yapmış olsam da, hemen ardından  Japonya ile kendimi arındırmayı başardım.

Aids/HIV’ın 1980′lerdeki gün yüzüne çıkışına ağır maço bir karakterin dünyasından bakarak başlayan film, gerçekten iyi başlayıp, bir film nasıl Halivudlaştırılır’ın güzel bir örneği maalesef. Hafızalardaki yerini yalnızca iki oyuncunun (Mathew McConaughey ve Jared Leto) performansı nedeniyle sağlamlaştıracak filmin bana sorarsanız pek bir yeniliği yok. Ödül avcısı performanslar ve o minvaldeki seyirciye hitap edebilecek filmde en çok Jennifer Garner‘ın harcanmış olması üzücü. Sanırım Garner, Ben Affleck’le evlenerek kendi sonunu hazırladı ama işin magazin yönüne girecek göz, şimdilik bende yok. Dolayısıyla biz gelelim Uzakdoğu işlerine.

Mogura No Uta: Köklere Geri Dönüş?

Mogura-no-uta (1)

Takashi Miike‘nin bu sene festivalde gösterilen filmi Mogura No Uta: Sennyû Sôsakan: Reiji / Köstebek Şarkısı, aslen bir mangadan uyarlama olmasına rağmen, Miike‘nin tarzına aşina olanları mest edecek bir film. Uzun metraj kariyerine yakuza filmleriyle başlayan ve filmografisinde hatırı sayılır miktarda yakuza filmi olan Miike‘yi yeniden benzer sularda görmek harika bir duygu. Üstelik, yönetmenin o kendine has tarzını özleyenler için de hem şiddet dolu hem de son derece komik bir film Mogura no Uta.

Yayın hayatına 2005 yılında başlayan ve halen devam eden aynı adlı manganın uyarlaması filmde, arıza bir polis memurunun, yakuza dünyasına gizli ajan olarak girmesinin komik hikayesi anlatılıyor. Milli olmak için sevdiği birisini bekleyen bakir Reiji, amiri tarafından gizli görevle görevlendirilir. Sevdiği kız olan polis memuru Junna’ya bile söyleyemeden, birdenbire kendini yakuza dünyasının içinde bulan Reiji, ancak kendi arıza doğasının yardımıyla yakuzanın içinde tutunabilecek bir tiptir. Reiji’nin şiddetten dolayı bol acılı ve bir o kadar da komik hikayesinin devamı da -filmin finaline bakacak olursak- gelecek gibidir.

Kaze Tachinu: Sakin Sularda Seyretmek…

kaze tachinu

Kaze Tachinu / Rüzgar Yükseliyor, Hayao Miyazaki‘nin ha emekli oldu, ha emekli oluyor haberlerine bir yenisini ekleyerek, nihayet karşımıza çıktı. Açıkçası Miyazaki cephesinde yeni bir şey yok, ama her zamanki gibi güzel bir şey var.

II. Dünya Savaşı’nın simge uçaklarından biri olan Zero Fighter‘ı tasarlayan Jiro Horikoshi‘nin hayatını ele alan anime, savaşın karanlık tarafına hiç girmeden, sadece hayallerinin peşinden giden bir adamın hikayesini anlatıyor. Miyazaki’nin idealist karakteri son tahlilde savaş endüstrisinde üretim yapan bir mühendis ve ne kadar aksini iddia etse de, ortaya çıkardığı şeyin insanları öldürmek için kullanılacağını bilmiyor olamaz. Miyazaki de belki bu durumun farkında ve kahramanının düşlerinden karabasanları eksik etmiyor. Film de bu yönüyle yetişkin dünyasının etik meselelerinde zorlu sorulara yelken açarak, her zamanki gibi hayat kadar basit ve bir o kadar da karmaşık bir Miyazaki’yle bizi baş başa bırakıyor.

Miyazaki’nin bu son şölenini kaçırmak istemeyenler için Rüzgar Yükseliyor 21-22 Şubatta Cinemaximum Budak Sinemasında, 23 Şubatta ise Cinemaximum İstinyepark’ta gösterilecek.

!f İstanbul’dan Son Notlar

$
0
0

!f

!f İstanbul’un ikinci haftasına hızlı başlayacakken, ihtiyarlık beni vurdu sevgili okurlar. Gece yarısı sinemasına aldığım bilet, kanepe çekimine daha fazla dayanamayarak uykunun dibine vuran bendenize yar olmadı. Ayrıntılar içeride…

Tuğba Keleş Tuğba Keleş 

Programdaki en cazip bölümün Karanlık ve Köşeli olduğunu söylemiştim zaten önceki yazıda. İşte bu yılın ilk ve tek kaybı malesef bu bölümden geldi.

Blue Ruin / İntikam

Seyretmediğim film hakkında ahkam kesmemi beklemiyorsunuz herhalde…

R100

r100

Yatıyorum kalkıyorum hep aynı şeyi söylüyorum gibi olmasın ama Japon Sineması’nda son yıllarda gözüme kestirdiğim nadir isimlerden biri, Hitoshi Matsumoto’nun bu son filminden beklediğim tadı alamamanın burukluğu içindeyim.

Karısı komada olan ve küçük oğluna bakma yükümlülüğü ile ortada kalan bir adamın sado-mazo bir kulübe adım atmasıyla başlayan olaylar, kısa zamanda çığrından çıkar. Kulüp ile yaptığı 1 yıllık sözleşme gereği, nereden ne zaman çıkacağı belli olmayan dominatriksler tarafından çeşitli şekillerde şiddete maruz kalan kahramanımız, her acının sonunda huzura eren şişik suratıyla ekranda gülümserken, seyirci olarak bizler de ister istemez gülüyoruz.

İtiraf etmem gerekir ki filmi seyrederken çok fazla gülmesem de (bu durumda Matsumoto’nun önceki filmleriyle karşılaştırdığım zaman seyrelen komedi unsurlarının etkisi yok sayılamaz) filmi seyrettikten sonra geriye bakınca, düşünce bazında aslında oldukça komik anlar var. Yine de Matsumoto’dan Dai Nipponjin ya da Shimboru filmlerinde olduğu gibi absürd komedi unsurlarının had safhada olduğu bir film beklentisi içinde olan muhafazakar bir seyirci olduğum gerçeğini saklamayacağım.

L’étrange Couleur Des Larmes De Ton Corps / Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi

the-strange-color-of-your-bodys-tears-still-444x250

Cattet-Forzani ikilisinin bu son neo-giallo filmini, önceki filmleri Amer’den daha çok sevdim. Daha ilk dakikadan, giallo janrına göndermelerle açılan film, şehir dışına yaptığı yolculuktan eve dönen bir adamın ortadan kaybolan karısının peşine düşme hikayesi. Böyle yazınca sıradan bir kayıp arama hikayesi gibi tınlasa da, protagonistin haleti ruhiyesinden tutun, şüphe çekici yan karakterlere kadar hem konusuyla hem de Strange Vice of Mrs. Wardh’daki vücut üzerinde parçalanan cam kırıkları sahnesinden Lizard in a Woman’s Skin’deki geometrik mekan sekansına uzanan geniş bir  gönderme yelpazesi sunan film, teknik açıdan oldukça başarılı bir film. Seyretme kolaylığı açısındansa biraz sıkıntılı olduğunu kabul etmek lazım. İçiçe geçmiş ayna görüntüleri gibi birbirini takip eden aynı sahnelerin, filmin fransız köklerine dayandığını söylemek atıp tutmak olur mu bilemiyorum doğrusu.  Kısacası seyretmesi biraz zor ama türe tapanlar için tat alması kolay bir film var karşımızda.

Under the Skin / Derinin Altında

Under_the_Skin_40961

Başka dünyalardan gözel dünyamıza bir kadın kılığında inmiş bir uzaylının, insan doğasını tanıma deneyimlerini anlatan Derinin Altında, aslında kısa film olabilecekken, uzun metraj sularına dayanmış bir film. Yer yer bünyemde yalnızca Scarlett Johansson oynasın diye çekilmiş izlenimi uyandıran filmde, insanın iyi ve kötü karmaşası karşısında Johansson’ın canlandırdığı dünyadışı varlık bile afallıyor ki, varın gerisini siz düşünün.

İşte böylece bir !f’i daha yedik bitirdik sevgili okuyucular. Gelsin şimdi İstanbul Film Festivali…

Japonların Sonny Chiba’sı var: Shôrinji Kenpô (The Killing Machine)

$
0
0

“Onların Bruce Lee’si varsa, bizim de Sonny Chiba’mız var!“ diyordu Japonlar 1970’lerde göğüslerini gere gere. Tamam, bu lafı ben uydurdum, itiraf ediyorum. Ama hedefinin çok da uzağına düşmeyen bir atış olduğu konusunda da ısrar ediyorum. Öyleyse vurdu kırdı kategorisindeki filmlere, bu hafta Sonny Chiba’nın klasiklerinden biri olan Shôrinji Kenpô’yu (The Killing Machine) eklemeye hazır olalım.

Tuğba Keleş

1975 tarihli film, Noribumi Suzuki tarafından yönetilmiş. Açıkçası yönetmeni tanımıyorum ama başka hangi filmleri yönetmiş diye şöyle bir bakınırken, tanımama nedenimin gayet doğal olduğu, yönetmenin genellikle pinku (Japon erotik filmleri) filmler çekmesi dolayısıyla ortaya çıktı. Pinku’yu da Allah sahibine bağışlasın diyerek (birkaç örnek yazmak istiyorum aslında) kaldığımız yerden filme dönelim.

Bu film, gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor; Shôrinji Kenpô dövüş tekniğinin kurucusu Doshin So’nun yaşam öyküsüne yani. Usta Doshin So’yu canlandıran Sonny Chiba’nın, gerçek bir dövüş ustasını canlandırdığı diğer filmler arasında, 1977 tarihli Kyokushin Karate ustası Masutatsu Oyama’yı canlandırdığı Kenka Karate Kyokushinken (Champion of Death) ile devam filmi niteliğinde yine aynı ustayı canlandırdığı Kyokushin Kenka karate Burai Ken (Karate Bear Fighter, 1977) var. Gerçek anlamda efor sarf ettirecek her türlü harekete karşı olan bünyeme rağmen söylemek gerekirse filme adını veren dövüş tekniği, temelinde Shaolin kung fu’su barındıran ve wiki’den arakladığım kadarıyla “Ruh ve beden ayrı değildir, hem beden hem de ruh eğitilmelidir,” diyen bir kişisel gelişim ve savunma sporu. II. Cihan Harbi sonrası ortaya çıkan teknikle ilgili filmden çok güzel ve özel örnekler yakalanabilir.

Filmin başlangıcında Mançurya’da düşman topraklarda askeri vazifesini yerine getiren gururlu ve milliyetçi genç Doshin So’yu, Japonya’nın yenilip, geri çekildiği haberi çok etkiler. Japonya’ya dönene kadar esir kampları ve dönüş yolunda gördükleri zorluklar da bu delikanlının hayattaki rolünü belirlemesine yardımcı olur. Vatanına döndükten sonra da gördükleri de insanın içinin ısıtan şeyler değildir, ama So fakirlik ekseninde, özellikle açlıkla mücadele eden insanlara yardım için çoktan kolları sıvamıştır. Özellikle kimsesiz çocuklar için aşçılık yapar, aş için kendini satmak zorunda kalan genç bir kızı kurtarır, “kötü adamların” (kimi durumda Amerikan askerleri dahil) haksızlıklarına karşı kendini ve aciz insanları korumak için şiddete başvurmaktan çekinmez ve sonunda aradığı belayı bularak hapse atılır.

Sakat bıraktığı Amerikan askerleri sebebiyle girdiği hapishanenin babacan müdürü tarafından kaçmasına göz yumulan So, çocuklarına ve kurtardığı genç kıza veda edip Osaka’ya giderek burada dövüş okulunun temellerini atan So’nun yeni hayatını kurması elbette o kadar kolay olmayacaktır. Zira halkın zayıflığından güç alan kötü adamlar, gitgide güçlenip, sağa sola sarktıkça karşılarında Doshin So’yu bulacaklardır. Hafiften bir savaş sonrası yakuzanın temellerinin nasıl atıldığının da sinyallerini veren film, So’nun Mançurya’da iken öğrendiği Shaolin Kung fu’sunu kendine has bir teknik haline getirmesinin ve okulunu oluşturmasının hikâyesini anlatırken biraz ağlak bir ton tutturmayı da ihmal etmemiş.

Filmin dövüş koreografisine diyecek yok. vurduğu vurduk, kırdığı kırdık bir karakter olarak tekniği son derece etkili kullanan Sonny Chiba’ya da. Yalnız her duygusal sahnede “ver müziği, ver müziği” diyen kişiye bir çift lafım olacak. Ama bu sularda seslendirmem sansüre sebep olabilir. Olsun, ben içimden saydım zaten. Aslında ufak da bir itiraf yapmam gerekirse; bu film çok acıklı be dostlar. Harbiden de gözümden iki damla yaş gelmediyse ne olayım! Ama oldukça ağlak bir seyir izlerken, iki saniye içinde So’nun, kötü adamlardan birinin çok afedersiniz penisini koparması ve köpeklere yem etmesi gibi sahneler insanda “Ulan, ağlayayım mı, güleyim mi bilemedim,” hissi uyandırıyor. Daha doğrusu iki saniye önce döktüğünüz gözyaşınıza yazık oluyor. Temelde savaş sonrası insanların durumlarını gülünç olarak nitelendirmek söz konusu olamaz zaten ama bir öyle bir böyle olunca duygulanım manyağı olmak da kaçınılmaz.

Film aslında insanın “erkeklik” duygularıyla oynayarak (kız olmanız bir şeyi değiştirmez) galeyana getiren ve sokakta karşılaştığınız ilk olumsuz duruma müdahale etmenizi sağlayacak kadar etkili. Ben çevremdekilerin üstünde denedim, oradan biliyorum. Peki elde ne var, sayalım: Dövüş filmlerinin merkezindeki dövüş okulu, her ne kadar düşman okul sayıca kalabalık olarak yoksa da baharat olarak katılmış birer judocu, hayattaki güçlüklerin üstesinden gelmek için kendini dövüş sporuna verme, birlik olabilmek için önce “bir” olmayı öğrenme, kazanmadan önce hayatta bazı şeyleri kaybeden karakterler (film ekseninde özellikle savaştan kaynaklı kayıplardır bunlar) gibi özellikler filmi tipik bir dövüş filmi kategorisine sokar. Ama Japon dokunuşuyla film, aynı zamanda savaş sonrası birlik olan Japon halkı gibi nice unsurları da arka planda işleyerek yer yer steril bir dram tadı da aldırmayı başarır.

Bu haftaki sanal dövüş sporumuzun da sonuna geldik. Daha nice Sonny Chiba filmlerinde daha birlikte ter atmak umuduyla…

Shôrinji Kenpô
The Killing Machine

Yönetmen: Noribumi SuzukiSenaryo: Isao Matsumoto

Oyuncular: Sonny Chiba, Yutaka Nakajima, Makoto Satô

Yapım: 1975, Japonya, 87dk.

 

 

 

 

İlk yayınlanış tarihi 17.03.2011.

Kara kung fu: Shaolin Dolemite

$
0
0

1988 tarihli Ninja The Final Duel’in katmerlenmiş hali Shaolin Dolemite şaka gibi bir film. Zira Ninja The Final Duel için yapılan 13 saatlik çekimlerden kırpılarak ayıklanan görüntülere, Dolemite lakaplı Amerikalı siyahî komedyen Rudy Ray Moore’un görüntülerinin eklenmesiyle kotarılmış film. Özgün filmi ele alacak olursak; bu bir “Tayvan yapımı kung fu filmlerinin duayeni Robert Tai” filmi. Kısaca gardınızı alın işte…

Tuğba Keleş

Alexander Lou, Eugene Thomas, Robert Tai, Silvio Azolini gibi süper kadroyu tam takım barındıran film, Thomas tarafından canlandırılan kötü kung fucu adamımız Tupac’in, wu tang’ın kutsal kasesini çalarak, Shaolin’i yıkmak için “hindi ninjanın” başı çektiği Ninja klanı ile işbirliği ve neticelerinin hikâyesini anlatıyor. Filmin en başında kutsal kaseyi çalan voodoo büyücüsünden hallice sayılabilecek Tupac, Ninjalarla kirli bir anlaşmanın eşiğindeyken, Shaolin’in üstün kung fu tekniklerini öğrenmek isteyen Japon prensi Sanada (Alexander Lou) ise ta Japonya’lardan kalkarak Shaolin tapınağına varmış, tapınağın üstadlarından biri olan Abbot White (bizzat yönetmen Robert Tai tarafından canlandırılmaktadır) tarafından öğrenciliğe eşitlik ilkesi gereğince kabul edilmiştir. Eşitlik ilkesi derken, yabancılara kapalı olan tapınağa bir japonun girmesi aslında mümkün değilken, kısa süre önce bir başka yabancıya kapılarını açan tapınak, Buda korkusundan Sanada’yı da kabul etmek zorunda kalmıştır.

Abbot White tarafından gösterilen –ama ne gösteri- Shaolin’in kaplan, ejderha, maymun, turna ve yılan olarak adlandırılan beş kung fu stilini tecrübe ve egzersiz eden Sanada, kısa süre içinde kendini geliştirirken, üstadın öğrencilerinden birinin ahını almış olması vesilesiyle sanıyorum, az rolü bulunmaktadır. En azından bir Mafia vs. Ninja ya da Shaolin vs. Ninja’daki kadar ön planda değildir bu filmde. Diğer yandan bu filmin asıl yıldızı su götürmez bir şekilde Eugene Thomas’tır.

Efendim neyse… Sanada’nın ahını aldığı öğrenci tapınaktan hınçla kaçar ki, aslında tapınağa yabancının girmesinin yasak olduğu gibi Shaolin’den yerlinin çıkması da yasaktır. Zaten çıkar çıkmaz da kum Ninjalarının tuzağına düşen öğrenci, hocası Abbot White’ı da nereden çıktığını kestiremediğim çöle çeker ve hareketli anların başlamasına sebep olur. Kumun altından kum böceğiymişçesine kayıp giden ninjalar, faka bastırdıkları Abbot White’ı, merhameti nedeniyle haklamayı başarırlar. Abbot’ın intikamını almak niyeyse, henüz kısa süre önce öğrencisi olmuş olan Sanada’ya düşmüştür. Ama bu durumda yalnız değildir. Çünkü Ninjalara ve Tupac’ın kötülüklerine dur demek isteyen başka insanlar da vardır ve kısa süre içerisinde kung fu ekiplerimiz harika bir düello için geniş bir arazide buluşacaklardır.

Finalinde teke tek dövüşlerin olduğu filmler tadından yenmezken, üçer beşer kişilik, her biri birbirinden mutena kişilerin karşı karşıya kaldığı filmler ne yapılır, emin olamıyorum. Bir ninja lideri ile karşı karşıya gelen bir Shaolin rahibi, Kaptan Swing bozması bir dövüşçüye karşılık Tupac tarafından büyüyle dönüştürülen gümüşî ve altın renkli iki zoraki vampir, mor kıyafetli kunoichi‘ye (kadın ninja) karşılık Shaolin öğrencisi, Eugene Thomas’a karşılık kaçıncı kez savaşan Alexander Lou… Harika dövüş sahneleri barındıran filmde oyuncuların biraz fazla havalandığını (göklere bakınız) söylemek olası elbette ama, öyle kafa karıştıran saçmalık düzeyinde bir görsel efekt yok bu filmde. Dövüşçülerin uzuvlarının kameranın dibine girdiği tuhaf kamera açılardan tutun da mor kıyafetli kunoichi’nin, rakibi Alexander Lou’nun tunç vücudunu memeleriyle dövdüğü (!) sahneye kadar herşey aşırı ama bir o kadar da normal aslında!

Bir filmin benim için en önemli tarafı süresidir. Bu tip filmler nedeniyle 84-95 dakika arasına alışmış bünyemi zorlayacak bir süreye sahip Shaolin Dolemite. Tam tamına 110 dakika süren filmin neden bu kadar uzun olduğunu ise sanırım şöyle açıklayabilirim. Başta da belirttiğim gibi Ninja The Final Duel’in 13 saatlik çekiminden kalan parçalardan çıkarılmış olmasına rağmen film, yönetmen çektiği karelere kıyamamış olacak ki, bazı sahneleri ardı ardına iki üç kere gösteriyor. Aynı filmi aynı anda seyrettiğiniz halde, sizi sürekli dürten ve ekranı göstererek “Lan bak gördün mü, ne yaptı?” gibi abuk sorular soran o mükemmel (!) arkadaşınız gibi, yönetmen de sanki “Bak bunu ben çektim” dercesine uçma kaçma sahnelerini tekrarlayıp durmuş. Öte yandan çifte final olarak adlandırabileceğim bir tarzda iki büyük dövüş var filmde. Oysa ki tek bir tanesiyle bile filmi sonlandırmak mümkündü.

Bir diğer husus da filmin bütçesi. Bir filmin bütçesinin düşük olduğunu en kolay nereden anlarsınız? Elbette kostümlerinden! Mesela filmin ninjası, shaolini, japonu bol olmasına rağmen kostümlere fazla para harcanamadığı, Japonları canlandıran oyuncuların paçalı donlarla sahne almış olmalarından belli. İyimser seyirci, paçalı donlara bakarak Shaolin’in Yaz Kreasyonu olarak da adlandırabilir bu kıyafetleri, sorun değil. Filmin çıkış noktası Rudy Ray Moore’a gelecek olursak, o konuda söyleyecek fazla lafım yok. Kendisinin canlandırdığı Keşiş Ru-Dee, dağ bayır geyik yaparak gezmekten başka şey yapmıyor ama adamın olayı o zaten. Ona bir ara sarhoş usta ekolünde bir arkadaşı, Jimmy Lynch de eşlik ediyor. Filmin berbat bir dublajı olduğunu söylemek bir işe yarar mı bilmiyorum ama dublajın filmlerin saçmalama noktalarında büyük bir etkisi olduğu su götürmez bir gerçek sanırım.

1999 yapımı film, bir kere daha eklemeli, müthiş dövüş sahnelerine sahip. Yüce beyaz kaşlı insan Robert Tai ve onun süper ekibi hem becerikli hem de çok yaratıcı. Kendime amcanınki gibi beyaz kaş yapamaya gidiyorum…

Shaolin Dolemite

Yönetmen: Robert Tai

Senaryo: Rudy Ray Moore, Robert Tai, George Tan

Oyuncular: Alexander Lou, Eugene Thomas, Robert Tai, Alice Tseng, Silvio Azolini

Yapım: 1999, Tayvan, 110 dk.

İlk yayınlanış tarihi 02.06.2011.

Ninjanın Gizli Silahı: Tek Taş Yüzük / Ninja’s Extreme Weapons

$
0
0

Yeni bir Godfrey Ho deliliğiyle yeniden beraberiz. Yönetmenin kendisi de böyle bir film yaptığı için (bakınız çektiği demiyorum) utandığından olsa gerek, filmin yönetmen hanesinde kendi ismini kullanmaktansa, Victor Sears adını kullanmayı yeğlemiş. Utanma Ho amca, ben bu filmleri seyrettiğim için utanmıyorum. Çünkü muhtaç olduğum sinema bilgisinin, senin o cevher filmlerindeki rengârenk Ninjalarda gizli olduğunu biliyorum.

  Tuğba Keleş

Az sonra okuyacaklarınız içerisinde, filmden hatırlamayıp uydurduğum isimler olabilir. İşte bu ahvâl ve şerait içerisinde yine de okumaya devam edersen okuyucu, eyvallah! Ciğerimsin. Yakında (10 yıl falan) çıkacak olan imzalı kitabım senindir…

Aksiyon sinemasında konu hiçbir zaman fazla karmaşık değildir. 80’lerde genellikle uyuşturucu ya da kadın ticareti konuları üzerine odaklanmış olan filmler, göz yorar ama kafa yormadan cillop gibi seyredilip unutulur. Ya bu film bir Godfrey Ho filmi ise? Konusunun asla tam olarak anlaşılamadığı bir Ho filmini unutmak, işte bu yüzden mümkün değildir. İnsan bazen bu filmlerin o yıllarda mevcut olan beyin yıkama politikalarından biri olup olmadığı hususunda “acaba mı?” diye düşünmeden edemiyor…

80’lerde her 3 çocuktan birinin ninja olmak istediğini gösteren istatistiksel çalışmalar, bize aynı zamanda diğer iki çocuğun hayatını kurtardığını gösterir ki, bu da dünya nüfusunun 2/3’üne eşittir. Ama bunun konumuzla bir alakası yok…

Yukarıdan da anlaşılageldiği gibi her zamanki gibi bir Ho filmiyle cörtlettiğim (Bkz. TDK) beynim, yalpalıyor. Dilerseniz (yalvardığınızı biliyorum) avımın etrafında daha fazla dönmeden, doğrudan filmin elle tutulabilen yerlerine bir göz atalım.

Denizden sahile doğru gelmekte olan bir motor içinde uyuşturucu ticareti yapan sabıkalılar bulunmaktadır. Polis, çoktan sahili abluka altına almış, kıyıya yanaşmakta olan suçluları gözlemekteyken, polisin en büyük silahı, gökyüzünde planörüyle ve elinde dana gibi telsiziyle, suçluları takip etmekte olan yakışlı playboy polis James’tir. Suçlular kıyıya vardıklarında hepsi, bir diğer polis tarafından vurularak öldürülür ve uyuşturucunun içinde olduğu alüminyum folyo çanta, bir ekip tarafından merkeze götürülmek üzere yola çıkar. Ormanlık alanda ilerlemekte olan polis gücünün dikkati, olan bitene çalı arkasından tanıklık eden suçluların tarafındaki bir kadın ve erkekten kadın olanı tarafından “Yangın varrrr!” çığlığıyla çekildiğinde, arkadan yaklaşan sinsi ve son derece kırmızı bir ninja polisleri çarçur eder. Geriye kalan sivil kıyafetli polis memurlarını ise alt edecek kişi bu defa soyunmak suretiyle dikkatleri dağıtan ninja kadındır. Kadın çantayı alır, ama ekip arkadaşı bıyıklı adam tarafından öldürülür.

Çantayı bu defa alan bıyıklı adam ise, ki iki saniye içinde beyaz ninja kıyafetine bürünür, saks mavisi kıyafetli bir diğer ninja tarafından belinden kementle yakalanarak, ağaçtan sarkıtılır. Koskoca ninjanın maskara olduğu sahnede, mavi ninja yüzünü açmak suretiyle bebek yüzünü seyirciye gösterdiğinde, kız takımında bir iç geçirme vücuda gelecektir, benden söylemesi. “Yakışıklı ninja olur mu?” sorunsalını bir başka filme bırakarak devam etmek gerekirse, uyuşturucunun sahibi ninja klanı efendisi histerik patron, muhakkak geri almak istediği alüminyum folyo çanta için azılı bir mücadeleye girişmeye hazırlanırken, adalet safındaki playboy James ise o kadın senin bu kadın benim, alem yapmayı tercih eder. Ama polisin bilmediği bir sır vardır. Zira doğum günü masasında oturan ninja patronunun yenilmez bir silahı vardır.

Aa, bıyığım var! Dur, kapatayım!

Genellikle böyle heyecanlı bir anla noktalamayı sevdiğim konu anlatımım, merak etmeyin, burada sonlanmayacak bu defa. Çünkü o gizli ve yenilmez silahın ne olduğunu söylemezsem çatlar, bir daha da tamir olmam. Dilerseniz konuya görsel olarak yaklaşalım;

Ninja patronu: Kırmızı ninja, sana uzun zamandır söylemek istediğim bir şey var.

Kırmızı ninja: Buyur patron!

 N.P: Benimle evlenir misin?

KN: Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!.. Ver bakim, elmas mı lan bu?

Bu kadar sığ olmayı nasıl başarıyorum ben de bilmiyorum doğrusu. Yukarıdaki zırvayı bir kenara bırakırsak, ninja patronunun sahip olduğu silah yani yüzük, sahip olana sonsuz güç veren müthiş bir silahtır aslında ama gel gör ki, filmin geri kalanında bir fonksiyonu yoktur. Elbette bu durum belli ki Ho’nun bir başka filminden seyirci için yaptığı jesttir (!). Son kertede hikâye, bir intikam hikâyesi hali alarak rengârenk Ninjaların havada uçuştuğu görsel bir şölene dönüşür.

Godfrey Ho’da mânâsız hiçbir şey yoktur sayın okurlar. Bakınız mesela önce kırmızı ve mavi ninjalar dövüşürken sonra ortaya çıkan bordo ninja da neyin nesi diye düşünmeyin! Kırmızı ve mavi karışırsa ne olur? Elbette bordo… İşte böyle… Hayat bu filmlere rağmen devam ediyor…

Ninja’s Extreme Weapons

 

Yönetmen: Godfrey Ho

 

Oyuncular: James Gray, Donald Muir

 

Yapım: 95 dk. / Hong Kong / 1988

 

 

 

 

 

 

 

Kung fu ve wuxia filmleri imalathanesi: Shaw Brothers

$
0
0

Size de olur mu hiç bilmiyorum ama, zaman zaman kendimi, farklı film yapım şirketlerinin film açılışlarındaki müziklerini mırıldanırken buluyorum. Bunlar içinde en favorilerimden biri 20th Century Fox’unkiyken, diğeri, onun Hong Kong şubesi olan Shaw Brothers’ınkidir. Maalesef Ters Ninja henüz sesli icraat veren bir site olmadığı için, kendi emeğim ağız nurum bu melodiyi sizlerle paylaşamamanın burukluğunu yaşarken, zorlama girişimi, asıl konumuza bağlıyorum.

Tuğba Keleş

Sağ ya da sol atta (Zira Landlord fotoyu nereye sıkıştırır kestiremiyorum şimdi), ninjadan hallice fotoğrafımı görenler, neyle karşı karşıya olduklarına dair hemen bir fikir edinmişlerdir ya (Kaçanlar için, birgün intikamımı alacağımı belirtmekten başka kılımı kıpırdatmama gerek yoktur) yine de henüz tam idrak edememiş okuyucular için, dünya çapında, daha çok kung fu ve wuxia filmleriyle tanınan Shaw Brothers yapım şirketine şöyle kısa bir bakış atacağımızın müjdesini (ızdırap da olur) vereyim.

Hikaye, 1924 yılında Singapur’da başlıyor. Güneydoğu Asya pazarının kalbi konumundaki Singapur’da, Shaw Ailesi’nin ilk şirketi ‘Tianyi’ adı altında kuruluyor. Kısa zaman içerisinde Malezya başta olmak üzere, Güneydoğu Asya’nın geneline yayılan sinema sektörünün önemli bir aktörü durumuna geliyorlar. 1950’lerde kardeşlerden Runde Shaw, kantonca ve mandarince filmler yapan Shaw and Sons Ltd.’yi kursa da rakip şirket MP&GI’nın karşısında fazla tutunamıyor. Asıl macera ise 7 yıl sonra, kardeşlerden Run Run Shaw’un, Hong Kong’a giderek, Shaw Brothers adı altında aile şirketini yeniden kurması ile başlıyor. Başlar başlamaz da, daha çok tarihi melodramlar başta olmak üzere yoğun bir şekilde film üretimine geçiyor. İlk önemli çıkışını 1960 tarihli, aynı zamanda Hong Kong’ta çekilen ilk renkli film olma özelliği de taşıyan The Kingdom and The Beauty (Jiang Shan Mei Ren, Y: Li Hanxiang) ile yapıyor.

The Kingdom And The Beauty

Kurulduğu ilk yıllarda hem kantonca hem de mandarince filmler çeken şirket, kısa zamanda resmi film dili olarak mandarinceyi kabul ediyor. Filmlerde kullanılan dilin mandarince olmasının bazı ana sebepleri var. Bunlardan biri, her ne kadar Hong Kong’ta hakim dil kantoncaysa da, Hong Kong dışında, Çin’in diğer bölgelerinde ve güneydoğu Asya pazarında mandarince daha hakim bir konumda. Dolayısıyla hem ticari nedenlerle hem de Run Run Shaw’un politik görüşleri doğrultusunda, film dilinin, yalnızca mandarinceye indirgenmesi sözkonusu. Politik fikirler derken, kastedilen şey, bizzat Run Run Shaw’un, en baştan itibaren ‘Ulusal bir Çin Sineması’ yaratma fikri.

Bilindiği üzere Hong Kong, 19.yy’ın ilk yarısından itibaren Büyük Britanya hâkimiyeti altına giriyor. O yıllardan itibaren ana kıtadan ister istemez ayrılan Hong Kong, 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da, ne gariptir ki Çin Halkı için bir sürgün yeri konumuna geliyor. Hatta bu nedenle 1970’lere kadar Shaw Brothers’ta çalışan insanların çoğunu, Hong Kong dışından gelenler oluşturuyor. Ancak 1970’lere gelindiğinde, ‘yerelleşme’ kavramıyla tanışan Shaw Brothers’ta, yerli Hong Kong’lular ancak çalışma olanağı buluyorlar (David Chiang, Ti Lung gibi). İşte, idealize edilmiş Çin kültür ve geleneklerini kendine konu alarak, ortak bir dilde, dünyanın dört bir yanındaki ‘sürgün’ Çinliler’e ulaşmayı hedefleyen ‘Ulusal Çin Sineması’, Run Run Shaw’un en büyük düşü. Bunu da bir nebze başarıyor.

Elbette bir yandan kendi halkına ulaşmanın yollarını ararken, Japonya ile bir olup, Asya Sineması çatısı altında dünyaya açılmanın yollarını da arıyor Run Run Shaw. 1960’larda, tarihi kostümlü epik filmlerinden bazılarını Avrupa-Amerikan film festivallerine yolluyor. Filmlerden hiçbiri çok büyük ödüllerle dönmese de, hem dünyanın Ulusal Çin Sineması’ndan haberdar olmasını hem de dünya pazarında yer edinmeyi başarıyor. Aynı dönemde, Japonya ile birlikte, Cannes ve Venedik Film Festivalleri’ndan feyz alarak Güney Asya Film Festivali’nin temelini atıyor. 1970’lerden itibaren de batılı şirketlerle ortaklaşa filmlere imza atıyor. Bu filmlerden en önemlileri 1974 tarihli İngiliz Hammer ile çektiği The Legend of The 7 Golden Vampires ve Amerikalı The Ladd Company ile çektiği Blade Runner’dır.

Shaw Brothers, 60’lı yıllarda, II. Dünya Savaşı ertesi hızla gelişen ve teknolojileşen dünyaya ayak uydurmakta gecikmiyor. Bunun için Japonya’dan oldukça yardım alıyor. Teknik anlamda insan yetiştirmek için Japonya’ya eleman gönderirken, Japonya’dan da sinemanın her kademesinden insanı Hong Kong’a davet ediyor (Daha önce ele aldığımız Chang Cheh’nin filmlerinde japon etkileri, rahatlıkla görülebilir).

Kendini hızla geliştirmeyi başaran şirket, 1965 yılında Clearwater Körfezi’nde, 15 sahne, iki sabit set, renkli film stüdyosu vb. gibi, her türlü imkanı, film sektörünün önüne seren modern bir film stüdyosu kuruyor. Kısa süre içerisinde de, sıkı kurallar, yoğun çalışma saatleri, düşük maaşlar gibi kapitalist sistemin türlü oyunlarını oynamaya başlıyor. Ama o sıralarda, bu durum, sorundan ziyade hızlı üretimi körüklüyor ve 70’lere gelindiğinde Shaw Brothers, yılda 40’tan fazla film üreten bir şirket konumuna gelmeyi başarıyor. O kadar Türk hücumları sırasında bile atalarımın “Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu” sözünü öğrenemeyen Çinli kardeşlerim de, o dönem bunun kaymağını bol bol yemişler. Ama tüm bu sistem, Hong Kong piyasasına bomba gibi düşen bir adamla bozulmak üzeredir. Ama adam Türk değildir merak eylemeyin!

Run Run Shaw ve Hu Meng

60’ların sonlarında Shaw Brothers’ın en etkin çalışanlarından biri, Raymond Chow, kendi şirketi Golden Harvest’ı kurmak için, Shaw’lardan ayrılıyor. Bruce Lee, Shaw Brothers ile film anlaşması için masaya oturuyor ama istediği parada anlaşamayınca, soluğu kısa süre içerisinde Shaw Biraderlere rakip şirket konumuna gelecek olan Golden Harvest’ta alıyor ve dananın kuyruğu böylelikle kopuyor. 1971’de Golden Harvest etiketiyle piyasaya çıkan Big Boss ’a karşılık, her türlü duruma ayak uydurmayı başarabilen Shaw Biraderler de, Jimmy Wang Yu’nun başrolünde oynadığı The Chinese Boxer ’ı vizyona sürmekte fazla gecikmiyorlar. Shaw’lardaki ilk çatırtıların duyulmaya başlandığı zamanlar da bunlardır. Zira Golden Harvest’ın sanatçısına tanıdığı daha serbest ortam, infial yaratmak üzeredir (İnfial biraz abartı kalmış olabilir). 70’lerde çatırtıları çatlaklara dönüştüren şey, yukarda kısaca değindiğim dil meselesi ve yerelleşme sorunudur.

The Big Boss

1960’lardaki melodramlar ve kostümlü tarihi epikler ağırlıklı filmografisine, 1970’li yıllarda wuxia ve kung fu ile yenilik getiren Shaw Brothers yapım şirketi, 1980’lere gelindiğinde hem yukarda sayılan nedenlerle hem de televizyonun ortaya çıkmasıyla ürettiği film sayısında yarı yarıya düşüş yaşar. Shaw Brothers’ın kanımca en büyük özelliği, dönemin getirdiği yeniliklere bir şekilde ayak uydurmayı başarmasında yatmaktadır. Mesela 80’lerdeki korku filmi furyasına, akla hayale gelmeyecek türden ‘saçmalıklar’ içeren filmlerle (Boxer’s Omen, Black Magic vb.) katkıda bulunur. 80’lerin sonuna gelindiğinde takati kalmayan şirkette, film üretimi tamamen durur ve Clearwater Körfezi’ndeki stüdyolar televizyon şirketlerine kiraya verilmeye başlanır. Bir efsane de işte böyle sonlanmaktadır. Tarayıcınız bu resmin gösterilmesini desteklemiyor olabilir.

The Boxer’s Omen

Her ne kadar 80’lerin sonunda ihtişamlı dönem son bulsa da, bildiğim kadarıyla film üretimi, 2002’ye kadar, birkaç yılda bir de olsa devam etti. Şu an Shaw Brothers’ın tüm film hakları Celestial Pictures’a ait. Dramdan komediye, dövüş sanatlarından aksiyona, korkudan erotik filmlere kadar birçok dalda onlarca film üretmiş, King Hu (Come Drink With Me, A Touch Of Zen, Dragon Gate Inn, vs.), Chang Cheh (The One Armed Swordsman, Shaolin Temple, Five Deadly Venoms, vs.), Ching Gong (The Sword of Swords, The 12 Gold Medallions, vs.), Ho Meng Hua (Lady Hermit, Black Magic, Oily Maniac, vs.) gibi nice yönetmenleri, Lau Kar Leung ve Sammo Hung gibi dövüş koreograflarını, Jimmy Wang Yu, Cheng Pei Pei, David Chiang, Ti Lung, Alexander Fu Sheng, Lo Meng gibi oyuncuları sinema dünyasına armağan etmiş Shaw Brothers, 1960’lardan ‘80 sonlarına kadar tüm dünyaya damgasını vurmayı başarmış, yaptığı birçok işle de ‘Çin’ Sinemasının dünyada tanınmasını sağlamış önemli bir şirketti.

‘80’lerdeki video furyasında birçok kung fu filmini seyretme olanağı yakalamış da olsak, şu an Türk DVD piyasasında hiçbir Shaw filmi bulunmamakta, bu durum da memleketim halkını böylesi önemli filmlerden mahrum bırakmaktadır (Biraz 70 milyon beni izliyor kıvamında oldu bu cümle ama…).

Son not: Bu yazıya da kaynak oluşturan, doğrudan veya dolaylı yoldan Shaw Brothers ile ilgili China Forever (The Shaw Brothers and Diasporic Cinema-Poshek Fu)(Benim gibi sıradan sinema seyircisi için biraz fazla akademik kalabilir), Kung fu Cult Master (From Bruce Lee to Crouching Tiger-Leon Hunt), Tutto Il Cinema Di Hong Kong( Stili, Caratteri, Autori- Alberto Pezzotta) ve Il Cinema Di Hong Kong (Spade, kung fu, pistole e fantasmi- Giona A. Nazzaro, Andrea Tagliacozzo) adlı kitaplar okuyucunun hizmetindedir. Yalnız bu hizmet, tıpkı filmler gibi, maalesef memleket sınırlarının ötesinden gelmektedir. İnternet mahkûmları için Tom Green tarafından yazılan şu yazı yararlı olabilir.

Shaw Brothers ile ilgili linkler;

http://www.shawstudios.com/

http://www.shaw-brothers-reloaded.com/

http://www.celestialpictures.com/level2_story.cfm

Shaw Brothers çalışanları birarada

10 Güzide Lucio Fulci Filmi!

$
0
0

lucio fulci top-ten

Yaşamının büyük bir bölümü İtalyan tür sinemasına ürün vererek geçirmiş bir büyük ustanın upuzun filmografisinde, korku gerilim alt türünde çektiği filmleri içinden cımbızla çektiğimiz 10 tanesi kendi aralarında sıralandı. Oldukça çekişmeli geçen sıralama esnasında bazı filmlerin gözü çıktı, bazı filmlerin bandı koptu. Ama olsundu. Gore, gerilim ve gizem üstadı Lucio Fulci‘ye değerdi.

Tuğba Keleş Tuğba Keleş & Murat Ocakcan Murat Ocakcan

sette note in nero

1. Sette Note in Nero (The Psychic) 1977

Psişik güçlere sahip Virginia’nın (Jennifer O’Neill), gündüz düşlerinin peşinde bir gizemi çözme telaşı. Fulci’nin gerilim, kurgu ve görselliği bir zanaatkar edasıyla dengelediği ustalık dönemi eseri. Seyirciyi ters köşeye yatıran mükemmel bir film. Adeta bir başyapıt. Tevekkeli değil bizim de listemizin 1 numerosu!

 A-LIZARD-IN-WOMANS-SKIN

2. Una Lucertola con la Pelle di Donna (A Lizard in a Woman’s Skin) 1971

Pastel renkli 70’lerin başlangıcını 68’in ertesinden kalan renklerle bezeyen, öykünün geçtiği mekanları mükemmel kadrajlarla ön plana çıkaran, kabuslarla psikanalizin sularında gezen Carol’un (Florinda Bolkan) cinai hezeyanlarının tezahürü. Erotizm ve cinayeti bir araya getiren film, Fulci’nin kamera oyunlarıyla bir sanat eserine dönüşüyor.

non si sevizia un paperino

 3. No si Sevizia un Paperino (Don’t Torture a Duckling) 1972

Fulci’den bir köy giallosu. Türün şehirlilik ve beynelmilellik temelinde yükselen anlatı örgüsünü köye taşıyarak, Fulci’nin popüler alt türlere her zaman kendine özgü dokunuşlarla yaklaştığını kanıtlayan bir film. Köydeki çocuk ölümleri ve voodoo bebekleri. Florinda Bolkan’ın asilliği, Barbara Bouchet’in şuhluğu ve Tomas Milian’ın asiliği. Başka bir şey eklemeye gerek var mı?

4. …E Tu Vivrai nel Terrore! L’aldilà (The Beyond) 1981

Yapıların bodrum katlarının iyi kontrol edilmesi ve bakılması gerektiğinin kanıtı film. Cehennemin Kapıları üçlemesinin (City of the Living Dead, The House by the Cemetery) ikinci filmi. Fulci’nin korku dehası olduğunun göstergesi. Cehennemin yedi kapısından birinin açılmasıyla ortaya çıkan kötülük silsilesi. Doğaüstü güçler, kötümser final. Bu filmi neden 1 numaraya almadık ki?

5. Quella Villa Accanto al Cimitero (The House by the Cemetery) 1981

“Evlerinin önü boyalı yatır, gel kes beni Fulci satır satır” adlı türkünün kaynağı. Kötülüğün merkezi yine mimari, yine bir bina. Görsel efekt uzmanı Fulci, adeta döktürüyor.

Jean Sorel ve Marisa Mell

Jean Sorel ve Marisa Mell

6. Una sull’Altra (One on the Top of the Other) 1969

Sofistike entrikalar yumağı. Zengin muhitte geçen klas bir giallo. İşin içinde hayat sigortası varsa bebeğim, aşkı unutmaya inan ki gebeyim. Paranın olduğu yerde huzurun kalmayacağının kanıtı. Akıl karıştıran oyunlar, erotik esinlemeler, kızlar için Jean Sorel, erkekler için Marisa Mell.


7. The Black Cat 1981

Kedili vahşet yumağı. Kedi deyince hayatı duranlardansanız daha fazla yazmaya gerek yok demektir.

zombi_2_

8. Zombi 2 1979

Vahşetiyle zombileri sevdiren güzelleme. Ara açıp, hasetlik çıkaran bir sinema hatırası. Birincisini görmeden ikiyle piyasayı altüst eden film. Tropikal bir adada gizem içinde kaybolan babasının peşinden giden genç kadının zombilerle sınanması.

9. Paura nella Città dei Morti Viventi (City of the Living Dead) 1980

Fulci’yi dünya piyasasına tanıtan Zombiliboylardan bir diğeri. Amma velakin asıl Cehennemin Kapıları üçlemesinin ilki. Ölenler ve dirilenler. Kısaca “Aşağıdakiler, Yukardakiler”.

10. Lo Squartetore di New York (The New York Ripper) 1982

Büyük kentin seri katil ve genç kadın çilesine Fulci yaklaşımı. Kanlı bir slasher evrakı. Türküde de söylendiği gibi; Gore gore olmuş dalaklarım kanıyor.

 

14. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali Yolda

$
0
0

??????????????????????????

Artık bir ayda doğmuş şu gariban kulunuzu şubata bağlayacak en önemli etkinlik, bu sene de geldi çattı. Özlemle beklediğimiz !f İstanbul Bağımsız Film Fesitvali yine geniş bir programla başlamak üzere takvimlerdeki yerini aldı. İçimiz içimize sığmazken, bakalım filmler takvimimize ve de cebimize sığabilecek mi?

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

İstanbul ayağının 12-22 Şubat tarihlerinde gerçekleştirileceği festival, geçen senelerde olduğu gibi bu sene de Ankara ve İzmir’i ziyaret edecek. İstanbul’da 4 ayrı salonda film kovalayacağımız festival, sadece filmlerle değil, özellikle müzik etkileşimli yan etkinliklerle de dolu dolu geliyor.

Bilet satışları bazı aksaklıklar sonucunda cumartesi itibariyle Biletix kanalı üzerinden satışa çıkmışken, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da festival partneri Maximum dolayısıyla biletler cepleri de yakmayacak oranda indirimle birlikte geliyor.

Beni bile şu kış günü inimden çıkaran festivalin programında her zamanki gibi dişime göre birçok film bulurken, maalesef hepsini seyredemeyecek olmanın verdiği hüzünle, kısa listemi şuracıkta paylaşayım.

tokyo tribe

Tokyo Tribe

Tokyo Tribe / Tokyo Çetesi: Son zamanlardaki Japon şiddet müzikallerinin (Bkz. Takashi Miike- Ai to Makoto) bir uzantısı olduğunu tahmin ettiğim Sion Sono elinden çıkma film, yakuza ile hip-hop’u buluşturuyormuşmuş. Kan gövdeyi notalar eşliğinde götürüyormuşmuş. Biraz fazla eğlenceli bir filmle mi karşılacağız, izleyip bakacağız.

Kaguyahime no Monogatari / Prenses Kaguya Masalı: Isao Takahata‘nın elinden çıkma bir anime olduğunu bilmek, salona gözü kapalı girmek için yeterli bir neden değil midir?

Yume to Kyouki no Ohkoku / Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı: Bir üstteki için geçerli nedene bir de Miyazaki‘yi ekleyin, üzerine de biraz belgesel sosu… Oh demeyin keyfime…

Pulp

Pulp: A Film about Life, Death and Supermarkets

 

Pulp: A Film about Life, Death and Supermarkets / Pulp: Hayat, Ölüm ve Süpermarketler üzerine bir Film: Film seçme kriterlerimle bu sene de göz doldurduğumu düşündüğüm için olayın merkezinde Brit-pop’un vazgeçilmezlerinden Pulp ve Jarvis Cocker‘ın bulunmasının, film hakkında başka bir şey okumama gerek kalmadan seçim yapmama vesile olduğunu belirtir, işbu beyanımın sonuna kadar arkasında duracağıma Pulp‘ın albümleri üzerine el basarım.

La Cérémonie / Seremoni: Alain Robe-Grillet açısından ilgimi çeken 2014 yapımı bu Fransız filmi, 14 Şubat Sevgililer Günü’nde seyretmek için fazla mı “aşk” (!) dolu olur?

What We Do in the Shadows / Aylak Vampirler: İtiraf etmek gerekirse Pazar günü sıkıntısını biraz yatıştırmak için eğlenceli bir şeyler seyretme içgüdüsünden başka nedenim yok…

The Look of Silence

The Look of Silence

The Look of Silence / Sessizliğin Bakışı: Geçen seneki festivalde bilet alıp yorgunluğa ve bezginliğe yenilerek seyredemediğim 1960’lar Endonezyası’nın acı gerçekleri üzerine kurulu The Act of Killing‘in ardından, aynı konu üzerinden dallanmış yine gerçek bir hikaye üzerinden ilerleyen bu vurucu belgeseli kaçırmaya bu defa niyetim yok.

Sayat Nova Nran Guyne / Narın Rengi: Ermeni şair Artin Sayatyan nam-ı diğer Sayat Nova hakkında gerçeküstü ve şiirsel bir şölen vaat eden film, şaheser filmleri ilk defa beyaz perdede izleme olanağı sunan !f İstanbul‘un çok önemsediğim Kült kategorisinde bu sene izleyiciyle buluşuyor.

regarding susan sontag

Regarding Susan Sontag

Regarding Susan Sontag / Susan Sontag Hakkında: 20.yy’ın kültür insanları arasında en önemlilerinden biri olan Susan Sontag’ın yaşamına biraz daha yakından bakmak için iyi bir fırsat 2014 yapımı bu belgesel.

Birdman: Bu seneki festivalin gözde filmlerinden biri olan Alejandro Gonzalez İnarritu‘nun elinden çıkma Birdman ile festivali sonlandırmak, festivalin neden olacağı yorgunluğu alıp götürmez mi sevgili seyirciler?

Fiziki olarak gitme şartlarımın elverdiği yukarıdaki listenin haricinde elbette birkaç film daha var. Üstelik yıllardır festivalin en sevdiğim bölümü olan (yıllar için de ismi değişse de) Karanlık ve Köşeli’yi bu yıl, içim kan ağlayarak es geçmek durumunda kalmanın hüznü içimi yakıyor. Fekat hayat bu ya! Belki bu listenin arasında yorgunluğa ve yılgınlığa düşmediğim anlarda başka filmlere de gitme kuvvetini kendimde bulur, sizlere Tersninja satırlarından yeniden seslenirim. O zamana kadar festivalle kalın sevgili okuyucular…

!f İstanbul Film Festivali’nden İki Belgesel: Pulp / Seremoni

$
0
0

pulp docu the ceremony

11 günlük festivalin ilk yarısını tamamlar tamamlamaz izleme şansı elde ettiğim filmler hakkında 3-5 satır bir şey yazıp sizlerle paylaşmak için yeniden klavyenin başındayım. Kendi seyir rotam açısından Pulp belgeseli ile eğlenceli başlayıp, Prenses Kaguya Masalı ile beni hayallere gark eden festival devam ediyor. Belgeseller ile kurgusalların atbaşı gittiği listemde, az biraz animesel  ve bir dalgasal (Bkz. Dai Nipponjin) ile sala binmiş sele kapılmış gidiyorum festival sularında…

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

pulp_03

Pulp: A Film about Life, Death and Supermarkets / Pulp: Hayat, Ölüm ve Süpermarketler üzerine bir Film: 80’lerin başında kurulmasına rağmen asıl 90’larda dünyada Britpop’un tozunu arttıran, her daim frontmani uzun-sıska-şişedibi gözlüklü-küçük ağızlı-nüktedan Jarvis Cocker’la anılan Pulp’un kurulduğu şehir Sheffield sokaklarında geçen belgesel, grubun 2000’lerin başında sıradan bir şekilde dağılmasını içine sindiremeyen Jarvis’in bomba gibi bir bitiş planlayıp, ‘grup kariyerlerini’  Sheffield’da bitirme projesini gözler önüne seriyor. Kuzey İngiltere’nin bu güzide işçi kasabasının bağrından kopup gelen bir avuç gencin kurduğu Pulp’ın geçmişine fazlasıyla odaklanmaktan ziyade, şehrin sıradan insanlarının (common people) Pulp ile ilişkilerini konu alıyor belgesel. Pulp’ın en güzide şarkılarından bir kısmının ağırlığının hissedildiği belgeselin en gözde şarkısı tabi ki Common People. Pulp ekibinin ilk gençliklerinin kenti Sheffield’de dolaşırken kameralar, bir yandan da grubun şarkılarının şehir sakinleri üzerindeki etkilerini görmek ilginç bir deneyim. Common People’ı a cappella biçiminde yorumlayan orta yaş üzeri kadınlar korosu ile Help The Aged şarkısı ile zaman geçiren huzurevi sakinleri ve daha nicesi, ünlüler ile ilgili çekilen, daha bilindik tarzdaki belgesellere pek benzemiyor. Zaten belgeselin en güzel tarafı, grubu başka ünlülerin tanıklıklarından dinletmek (Belgeselde ve Pulp’ın son konserinde gruba eşlik eden Richard Hawley haricinde) yerine sıradan insanlara başvurmuş olması. Şarkı sözlerindeki ironi ve inceliğe hayran olunası “sıradan” Jarvis ve onca üne rağmen bütün ünü Jarvis’in üzerine atarak “sıradan” kalmayı başarmış olan diğer grup üyeleri ile Pulp hakkındaki bu eğlenceli belgesel çok samimi.   

la-ceremonie-1366-2

catherine robbe-grilletLa Ceremonie / Seremoni: Catherine Robbe-Grillet, sadomazoşizm sularında bilinen adıyla (ünlü dominatriks) Jeanne de Berg özelinde konuya eğilen, biraz kafası karışık bir belgesel Seremoni. Karışık derken Catherine Robbe-Grillet’nin hayatına mı odaklanmış, sadomazoşizm hakkında bilgi mi veriyor yoksa “Alain Robbe-Grillet’nin karısı” ile ilgili özele mi giriyor, tam anlamak mümkün değil. Sadomazoşizme karşı ne sempatim ne de antipatim olmamasına rağmen, (hatta “kölelerin” anlattıkları oldukça açıklayıcı oldu dersem yalan olmaz) özellikle “Alain Robbe-Grillet’nin karısı” bağlamındaki hayat hikayesi beni belgeselden uzaklaştırmaya yetti. Bir çeşit yetişkenler için oyun olarak özetlenebilecek itaat ettiren ve itaat eden arasındaki bu karanlık ilişkiyi, son olarak bir seremoni eşliğinde vermeyi tercih eden belgesele elbette itaat edecek bir seyirci çıkacaktır.

Festivalde ağıma düşürdüğüm yapımlar ile ilgili en kısa sürede tekrar görüşeceğiz sevgili dostlar. Fakat festivalin şanındandır, şuracığa ufak da olsa bir serzeniş de yazayım. Bu yıl festival programı bana biraz programsız geldi gibi. Aynı seansta gözüken ama birbirinden farklı saatlerde başlayan filmler dolayısıyla, bir salondan çıkıp öteki salondaki filme gidebilmek mümkün olmadı. Mesela Tokyo Tribe‘dan çıkıp, To Be Takei‘ye bağlanmak için neler vermezdim. İsteseler de veremedim o ayrı.

!f İstanbul Film Festivali’nden Bir Kurgusal Bir Dalgasal: Tokyo Çetesi / Aylak Vampirler

$
0
0

 tokyo-tribe What_We_Do_in_the_Shadows_poster

Bir kurgusal ve bir dalgasal ile 14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ne kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

Tokyo Tribe / Tokyo Çetesi: Sion Sono’nun son “harikası” Tokyo Çetesi, tam bir kafa ütüleme bombası. Ama kötü anlamda değil. Müziğin neredeyse 1 dakika bile durmadığı, her çetenin kendini rap müzikle ifade ettiği, Sion Sono’nun şiddet ayarını sonuna kadar kullanan fantastik-bombastik aynı isimli manga uyarlaması bu film. Tokyo’nun farklı bölgelerini ele geçirmiş ve her biri acımasız sokakların vahşetiyle biçimlenmiş çeteler, birbirlerinin bölgelerine girmemeye çaba gösterirken, çetelerin belki de en vahşisi olan ve Elvis Presley kılıklı Lord Bubba tarafından yönetilen çetenin işleri karıştırmasıyla olaylar hem acımasız hem de son derece eğlenceli bir hal alıyor. Erkek egemen dünyanın tüm kodlarının okunabildiği son derece maço bir dile sahip filmi (rap müziğin etkisi de gözardı edilemez elbette), ciddiye alarak seyredecek seyirci sinirinden çatlayabilecekken, bir manga uyarlaması olması ve finalinde iyice fantastiğe bağlaması nedeniyle (burada gerçekten spoiler vermek isterdim) kahkahayla seyredilen eğlenceli bir seyirlik.

Bölüm geçişlerine imza atan rapçi nene

Bölüm geçişlerine imza atan rapçi nene

Tokyo Tribe, Takashi Miike’nin 2012 tarihli Ai to Makoto / For Love’s Sake adlı filmiyle paralellikler içeriyor. Mekan kullanımı açısından Tokyo Tribe ile benzerlikler taşıyan Ai To Makoto, çeteleşmiş liseliler arasında geçen, Miike’den beklenmeyecek bir romantizm içeriyordu. Üstelik Ai to Makoto’daki karakterler duygularını birbirlerine şarkılarla anlatırken, filmi de tuhaf bir müzikal kategorisine sokuyordu. İki film arasındaki paralellik yalnızca müzikal olması anlamında değil, çeteler açısından da geçerli. Sosyolojik bir çıkarım yapmak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama son dönemde özellikle liseli Japon gençlerini odağına alan onlarca filmdeki şiddet, belki de gündelik yaşamdaki aşırı düzene bir başkaldırış olarak okunabilir. Ya da klavye başında ahkam kesme kolaycılığına kaçmış kendimin saçmalamasından başka şey değildir. Yine de keşke şiddet, yalnızca sanatta ya da sanalda kalabilse…

Tokyo Tribe’ın maço dilinden etkilendiğimi saklayacak değilim. O halde sizleri film hakkındaki son rap’imle selamlıyorum:

Bu film herkesin harcı değil,

İster seyretmek için sağlam kafa,

Görürsen bir katana muhakkak eğil,

Yoksa biçip koyarlar seni rafa.

Ai To Makoto vs Tokyo Tribe

***

aylak vampirler

What We Do In The Shadows / Aylak Vampirler: Ortalama insan ömrünün çok ötesinde ömürler süren vampirler, mesela sinema dünyasının gedikli vampirleri Kazıklı Voyvoda ya da Nosferatu, 21.yy’a kadar ulaşmayı başarsalardı gündelik hayata nasıl uyum sağlarlardı? Mockumentary yani uydurduğum Türkçesiyle Dalgasal biçiminde kotarılmış Aylak Vampirler, festivalin en komik yapımlarından biri.

Aynı evde yaşayan 3+1 vampir arkadaşların gündelik yaşamlarını nasıl geçirdiklerine dair aşırı eğlenceli filmde vampirlerin nasıl kurban avladıklarına, eğlenmek için dışarıya çıktıklarında karşılaştıkları sorunlara, evdeki işbölümünde ortaya çıkan sıkıntılara ve daha nicesine tanık oluyoruz. Sonuçta vampirler de hemen hemen tüm canlılar gibi sosyal yaratıklar. Ama insanlar, kurtadamlar, cadılar ve zombiler gibi başka sosyal yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda olunca, ortaya filmdeki gibi kahkahadan geçilmez bir seyirlik ortaya çıkmış. Fazla detaya girip, filmin özelini bozmaya gerek yok. Festivalde yakalanabilirse (bir sonraki gösterim 19.02.2015’te Cinemaximum Budak Sineması’nda) muhakkak seyredilmeli, olmadı gerekirse illegal yollardan bile edinilmeli.

!f İstanbul Film Festivali’nde 1 Belgesel 1 Animesel: Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı / Prenses Kaguya Masalı

$
0
0

Kaguyahime no Monogatari düşlerin ve çılgınlığın krallığında

14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali takibinde şimdi bir belgesel ve bir animesel sırayı alıyor.

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

Yume to Kyouki no Ohkoku / Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı: Animenin iki devi Hayao Miyazaki ve Isao Takahata’nın son animeleri üzerinde çalıştıkları dönemde hazırlanan belgeselde seyirci, Miyazaki’nin sırrına az biraz erme şansı elde ederken, Takahata’yı biraz daha fazla sır perdesi ardında kaybetmeyi başarıyor.

Miyazaki Bey, Rüzgar Yükseliyor (Kaze Tachinu) animesine çalışıyor. Pazar günleri hariç, her sabah 11.00’de başlayıp 21.00’de sonlandırdığı mesaisinde dibinden ayrılmayan kamera ile çalışma yöntemine, diğer çalışanlarla olan mesafeli ilişkisine tanık oluyoruz. Isao Takahata’nın Miyazaki Bey’i nasıl keşfettiğine, birlikte çalışmaya başlayıp sonra da Stüdyo Ghibli’yi kurdukları zamanı öğreniyoruz. Rüzgar Yükseliyor’un taslaklarının hazırlanma aşamasından, diğer çizerlerin olaya dahil olduğu anlara, seslendirme aşamasından (Hideaki Anno’nun tuhaf sesine dikkat) anime müziğinin bestelenme aşamasına kadar hemen hemen üretimin her safhasını gözler önüne seriyor belgesel.

studio-ghibli

Masası başında Hayao Miyazaki

Miyazaki Bey, artık tonton bir dede olmuş olmasının ötesinde hala nüktedanlığını korurken, ister istemez aslında ne kadar karamsar bir kişiliği olduğunun sinyallerini de alıyoruz. Her ne kadar bu karamsarlık, her şeyi olumsuzlama anlamına gelmese de, yeterince (!) yaşamışlığın verdiği bilinçle, artık bizi ölüm paklar misalli konuşmaları, yaptığı işleri her daim sevimli gelen biri için ilginç aslında. Bir o kadar da gençlik yıllarında “sol cenahtan” protesto ve gösteri olaylarında etkin rol üstlenmesine rağmen son yıllarda ürettiklerinin nasıl kapitalist sistemin egemenliğine girdiğini izlemek de. Rüzgar Yükseliyor’daki uçak mühendisi Jiro Horikoshi karakterinden hareketle kendi ağzıyla dediği gibi (kelimesi kelimesine aynı olmasa da) uçak tasarlamak da anime yapmak da bir çeşit lanet aslında. Uçak tasarımlarının sonuçta savaş için kullanılması gibi animeler de günümüz avcı-toplayıcı insanları için meta fetişizmini körükler hale geliyor.

rüzgar yükseliyor

Rüzgar Yükseliyor

Belgesel sayesinde Miyazaki’nin artık son işim diye adlandırdığı Rüzgar Yükseliyor’un hikayesinin nasıl kendi hayatından parçalar da içerdiğini, Zero adı verilen uçaklara tutkun olduğunu (ama ‘otaku’ seviyesinde değil) öğreniyoruz. Son yıllarda Takahata Bey ile Miyazaki Bey arasındaki ilişkinin aralandığını, Miyazaki’nin çalışma enerjisi ve hızına karşı Takahata Bey’in nasıl yavaş ve kararsız çalıştığını, genellikle Miyazaki cephesinden algılıyoruz.

Sonuçta belgesel, bu dünyanın en güzel şeylerinden biri olan animenin üstadı Stüdyo Ghibli’yi seyirciye fevkalade sıcak bir şekilde (ama her yönüyle değil) sunarken, kafamızdaki soruların bazılarına cevap bulabiliyoruz. Miyazaki Bey cephesinde aydınlanmalar yaşanırken, Takahata Bey cephesinde hep karanlık, yine karanlık bizi karşılıyor.

***

kaguyahime no monogatari (2)

Kaguyahime no Monogatari / Prenses Kaguya Masalı: Isao Takahata’nın el emeği göz nuru son güzellemesi. Sade ama etkileyici bir Stüdyo Ghibli animesi daha. Üstelik görsellik açısından uzun zamandır görmediğimiz doyuruculukta bir çalışma.

Aynı isimli halk masalından uyarlanmış olan animenin konusu, bambu ormanında odunculuk yapan bir adamın, bambu filizi içinde parmak kadar bir kız çocuğu bulması ile başlıyor. Evine, karısına getirdiği parmak kız, önce bir bebeğe dönüşür. Ardından da normal insanlardan farklı bir hızda gitgide büyür. Oduncu baba, ormana bambu kesmeye gittiği başka seferlerde de bambuların içinde altın bulur ve kısa süre içerisinde ganimeti artınca, prenses olduğunu düşündüğü kızı için daha iyi yaşam şartları hazırlamaya karar verir. Köyden ayrılıp şehirde yaptırdığı sarayında kızının prensesler gibi yetişmesi için hizmetçilerden mürebbiyelere kadar eksik bir şey bırakmadan yeni bir yaşam kurar. Kısa süre içerisinde dünayalar güzeli bir kıza dönüşen ve köyde sürdürdüğü basit ama mutlu hayatından ayrılarak, bambaşka bir dünyaya giren Kaguya, mutsuzluğun pençesine düşer. Üstelik güzelliğini duyanların evlenmek için sıraya girmesiyle birlikte, hayat daha da karmaşık bir hale gelir. Kaguya’nın güzelliği saraya kadar giderken, eski basit yaşantısını özlemle arayan genç kız, hüzün içinde geçmişinden gelen sırrını açıklayarak, köklü bir değişiklik yapmak zorunda kalır.

kaguyahime no monogatari (2)

Prenses Kaguya’nın Vedası

Böyle yazınca acayip bir sır perdesi varmış gibi tınladığını biliyorum konunun. Aslında konu zaten 10. yy’a ait bir halk masalı olduğu için yazarken sır tutmanın manası yok. Ama üşengeçlik diye bir gerçek var…

kaguyahime no monogatari (3) kaguyahime no monogatari (3)

Anime, masal gibi akıp giderken ve görünürde son derece basit bir hikaye anlatır görünürken, aslında birçok temayı içinde barındrmış. Bir kız çocuğu açısından büyüme sürecindeki özgürlüklerin büyüdüğü zaman esamesinin okunmaması, toplumsal kurallar içerisinde sıkışıp kalma (evlenme zorunluluğu), zenginliğin her zaman mutluluk getirmeyeceği, basit bir yaşamdan karmaşık bir yaşama geçildiğinde kaybedilen masumiyet ile birlikte gelen hüzün (basit köy yaşantından karmaşık şehir hayatına geçiş) vb. gibi.

kaguyahime no monogatari (1)

Animenin görsel açıdan en güzel yanı huzurlu zamanlardaki naif ve durağan çizgilerin, öfkeli zamanlarda dinamik bir karalamaya dönmesi. Dilerim ki Takahata Bey, bize daha fazla güzellik sunma lütfunu en kısa zamanda (10 yıl idealdir) yeniden gösterir.

Gotik: Sinemanın Karanlık Yüreği

$
0
0

istanbul-modern the-wicker-man

İstanbul Modern Sinema 26 şubat-8 Mart 2015 tarihleri arasında Gotik: Sinemanın Karanlık Yüreği  başlığı altında korku sinemasının nadide örneklerinden seçkiler sunacak. 10 filmlik programda benim favorim The Wicker Man iken, herkes kendine göre bir favori bulabilir. Programın tanıtımını ve gerekli bilgileri aşağıda bulabilirsiniz.

İstanbul Modern Sinema, British Council ve British Film Institute işbirliğiyle, gotik sinemanın gölgeli dünyasını kutluyor. Şehvetle yanan, kan ve dehşet dolu, en karanlık arzu ve korkularımızla beslenen gotik hikayelerinden bir seçki sunuyor. Vampirlerden kurtadamlara, hayaletlerden ıstıraplı ruhlara, program gotik korku ve romantik prototiplerinin bugüne kadar etkisini koruduğunu, en derin korkularımızı bize geri yansıtmaya devam ettiğini gösteriyor. İlk olarak 18. ve 19. yüzyıllarda Mary Shelley, Bram Stoker gibi yazarların olay yaratan romanlarıyla Britanya’da doğan Gotik edebiyatın uğursuz iskeletini sinema ete kemiğe büründürür. Dracula ve Frankenstein gibi karakterleri kült figürlere dönüştüren Gotik sinema, sessiz sinema dönemindeki köklerinden bugünkü alacakaranlık dünyanın yolunu bulur.

Seçkide yer alan filmlerden bazıları beş hayalet öyküsünden oluşan, 1945 yapımı Dead of Night; Nicolas Roeg’ün Venedik’in karanlık sokaklarında çektiği psikolojik gerilim filmi Don’t Look Now (1973) ve David Lynch’in 19. yüzyıl sonlarında Londra’da gerçekten yaşadığı söylenen, hilkat garibesi görünümlü John Merrick adlı adamın öyküsünü anlattığı Fil Adam (The Elephant Man).

Filmlerle ilgili daha ayrıntılı bilgiye İstanbul Modern‘in internet sitesinden ulaşabilirsiniz.

*İstanbul Modern Sinema’ya giriş ücreti 9 tl’dir.

!f İstanbul Film Festivali Kalplerimizi Gediğine Oturtarak İstanbul Ayağını Kapattı

$
0
0

kalpler yerlerine oturdu

14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 2015, kalplerimizi yerine oturtarak nihayete erdi. Sıra Ankara’lı ve İzmir’li seyircilerin kalpleri için doğru yeri bulmalarında…

Tuğba Keleş Tuğba Keleş

Regarding Susan Sontag / Susan Sontag Hakkında; 20. yy’ın en bilinen fikir insanlarından biri olan Susan Sontag’ın hayatını anlatan belgesel, ağırlıklı olarak Sontag’ın yakın çevresinden insanların tanıklıkları etrafında dönerken Sontag’ın özel hayatına da ışık tutmuş. Hatta bana kalırsa ışığı biraz fazla tutmuş. Açıkçası belgeseli seyrederken izleme açısından hiçbir sorunla karşılaşmadım. Ama asıl izledikten sonra kafamda bazı sorular oluştu. Mesela Susan Sontag’ın fikir hayatından daha çok özel hayatı konusunda bilgi ediniyoruz. Bu durumun sadece seyirci olarak bize mahsus olduğunu düşünmüyorum. Yönetmenin de bu durumda payı büyük. Öyle ki bir yerden sonra “Sontag, ilk romanını yazdı.” denildikten hemen sonra lezbiyen bir ilişkisi ile ilgili maruzat veriliyor. Üstelik belgeselin bir noktasında Sontag’ın “Sır saklamak istemiyorum ama mahremiyetimin de korunması istiyorum” minvalindeki bir düşüncesi temel alındığında bu düşünceye düpedüz ters düşecek kapasitede bir iş çıkmış ortaya.

Öte yandan entelektüel açıdan ne kadar ağır da olsanız, mahremiyete karşı duyulan merak duygusunun önüne geçmek bir o kadar da zor. Son kertede belgeseli beğenip beğenmemek bir yana, Susan Sontag’ı hiç tanımayan biri için belgeselin yararlı olup olmayacağı konusunda şüphelerim var. Kahrolsun içimizdeki Meraklı Melahatlar.

Dyke Hard

Dyke Hard

Dyke Hard; !f İstanbul 2015 boyunca belki de bünyeme en yakın film, Dyke Hard idi. Karlı bir İstanbul gününde üşenmeyip (çöp için asla üşenmem), boşa yakın bir salonda izlediğim bu absürt deli saçması film, eziklerin kurduğu lezbiyen bir rock grubunun başından geçen bol maceralı, berbat oyunculuklu, yer yer pornografik, bir o kadar da aksiyon dolu bir olay örgüsü etrafında geçiyor. Dram olarak açılan film, ilerleyen dakikalarda aksiyona daldıktan hemen sonra, korku janrına uğruyor, aralara erotik sahneler sıkıştırıp ninja yıldızı fırlattıktan sonra biraz da müzik sosuyla romantiğe bağlayıp, iyiler her zaman kazanır ana başlığı altında nihayete ererken, salona da iyice boşalma niteliği kazandırıyordu…

sayat-nova-2

Sayat Nova

Sayat Nova Nran Guyne / Narın Rengi: Ermeni Şair Sayat Nova’nın şiiri ve hayatı üzerine kurgulanmış bu güzelim film, tekrar tekrar okunabilecek bir şiir aslında. Sayat Nova kimdir, şiiri nedir, hiçbir fikrim yok. Ama filmdeki görsellik ve simgeler o kadar yoğun ve güçlü ki, insanda bir an önce tanıma, öğrenme dürtüsü vücuda getiriyor. Film boyunca acılarıyla Hz. İsa’ya özdeş bir yaşamın içerisinde yoğrulan Sayat Nova’nın çocukluktan başlayıp yaşlılığa uzanan yaşam evrelerinde aşkı, acıyı, hüznü, gündelik yaşamı, müziği bulurken, bir yandan da yaşadığımız topraklar vesilesiyle kültürlerin birbirleriyle ne kadar iç içe girmiş olduğunu görüyoruz. Narın rengi, abartmıyorum, gerçeküstü sinemasında gerçekten bir başyapıt.

The Look of Silence / Sessizliğin Bakışı; Sessizliğin bakışı hakkında, barındırdığı mezbul miktar gerçek göz önüne alınırsa nasıl bir ses çıkarılabilir ki? Kendisi doğmadan önce devlet destekli gruplar tarafından komünist olması öne sürülerek hunharca öldürülen ağabeyinin hikayesinin izini süren optometrist Adi, bozuk gözleri ölçerken aslında gerçekleri görünür kılmaya çalışıyor. Bakmak ve görmek gibi birbirinden farklı iki eyleme bu belgeselde anlamak ve hissetmek de ekleniyor ki, 1960’larda Endonezya’da vuku bulmuş komünist avının günümüz yansımalarını daha iyi kavrayabilmek mümkün olsun. Adi, her farklı kişiyle konuşmasından sonra ortaya saçılan gerçek karşısında sessizce bakarken, insan, insanlık adına artık bakmanın ötesine geçilmesi gerektiğinin ayırdına varıyor.

birdman

Birdman

Birdman; Filmdeki eleştirmen Tabitha değilim ama bu film Hollywood’un kendini yıkayıp yağlamasından başka bir şey değil. İçinde tek bir evrensel değer dahi barındırmayan, körler sağırlar birbirini ağırlar minvali, olsa olsa yalnızca tekniğiyle ön plana çıkabilecek olan böyle bir film, neden Oscar’ı zerre sallamadığımın da ispatıdır. Neredeyse Hollywood aktörlerinin acılarının çocuğu kıvamına getirilişine üzüleceğdim. (And the oscar goes to gıcık Tuğba!)

Bir festivali daha Tersninja satırlarında sonlandırırken, Allah ayırmasın diyor, en yakın zamanda yeniden görüşmek üzere huzurlarınızdan kaykılarak ayrılıyorum sevgili dostlar. Ayrıca yazdıklarıma şöyle bir göz atıp bu ne biçim yazmaktır diyen okuyucular için şunu itiraf edeyim ki, geç saatlerde izlediğim filmlerde yaklaşık 15 dakika kadar uyukladığım doğrudur. Nasreddin Hoca hesabı, yorgunluktan içim geçmişse filmin hiç mi suçu yok bre ah alasıcalar!


Sinemada Hong Kong Rüzgarı

$
0
0

Once Upon A Time In China IIS04

Hezarfen Film Galerisi ve Hong Kong Ekonomi ve Ticaret Dairesi sinemaseverleri Hong Kong kültürünün vazgeçilmezi olan kung-fu dövüş sanatı ile tanışmaya davet ediyor!

10-14 Haziran tarihleri arasında İstanbul ve İzmir’de gerçekleşecek olan etkinlik boyunca koreografik dövüş sanatları tutkunlarına Kung-Fu dövüş sanatları ile ilgili filmlerin unutulmaz klasikleriyle kısa bir retrospektif sunulacak!

Hong Kong diyince akla ilk gelen kung-fu dövüş sanatı bölge kültürünü öyle etkilemiştir ki pek çok sinema filmine de konu olmuştur. Ve Bruce Lee, Jackie Chan ve Sammo Hung gibi tatami kahramanları sayesinde yetmişli yıllarda popüler olan kung-fu dövüş sanatı ile ilgili filmler bugün kült eserler arasında yerini almıştır.

Değerli yönetmen Tsui Hark sayesinde yüksek bir sinematografik düzeylere ulaşmış olan tür, 2000 yılında Kaplan ve Ejderha filminin 4 Oscar ödülünü birden almasıyla tüm dünyada özgün bir sinema tarzı olarak kabul edilmiştir.

10 Haziran Çarşamba akşamı saat 19.30’da Beyoğlu Cine Majestic Sinemaları’nda gerçekleşecek açılışın ardından Bir Zamanlar Çin’de 2 filminin gösterimi ile sinemaseverler 4 gün boyunca kung-fu dövüş sanatının ustası olacaklar!

Duel to Death

Duel to Death

Gösterilecek filmler arasında, 1972 tarihli Bruce Lee filmi The Way of Dragon, 1986 tarihli Corey Yuen filmi (Cynthia Rothrock‘a dikkat!) Righting Wrongs, Jackie Chan‘in 1980 tarihli The Young Master‘ı, Sammo Hung‘un fantastik kung fu komedisi Spooky Encounters ve favorilerimden Norman Chu‘lu 1983 tarihli Duel to Death de yer alıyor.

Sinemadan çıkarken tekmelerinize ve nidalarınıza hakim olmayı unutmayın!

Korku Filmi Tadında Müzik Klipleri

$
0
0

evil-eye

Korku filmlerini seviyor musunuz? Ya müzik kliplerini? Peki ya ikisi bir arada nasıl olur acaba diye merak ettiniz mi? Fazla merak etmeyin. Çünkü şimdi birbirinden güzel üç klip ile bu konuya küçük bir parmak atmak üzereyiz.

Yeah Yeah Yeahs. Albüm: Fever to Tell. Şarkı: Y Control 

 

Keane. Albüm: Strangeland. Şarkı: Disconnected

 

Franz Ferdinand. Albüm: Right Thoughts, Right Words, Right Action. Şarkı: Evil Eye

Giyotin uçar gider: The Flying Gulliotine 1-2

$
0
0

Hong Kong korku sinemasının en ucubik filmlerine imza atmış bir yönetmenin, Ho Meng-Hua’nın elinden çıkma, Shaw Biraderler sineması içerisinde oldukça farklı bir tema etrafında dönen 1975 tarihli The Flying Guillotine/Uçan Giyotin adlı film, 1978 yılında çekilen The Flying Gulliotine 2 adlı devam filmiyle birlikte bugünkü konumuzu oluşturuyor.

Tuğba Keleş

Yazının 1. ve 2. kısımlarına aşağıdaki Tab’lara tıklayarak ulaşabilirsiniz

The Flying Guillotine 1

Uçan giyotin, gerçekliği şaibeli bir silah aslında. Ching Hanedanı zamanında imparatorun emriyle geliştirilen silah, zincirin ucuna bağlı bıçaklı bir başlığın, fırlatılmak suretiyle geçtiği kafayı koparmasıyla fantastiğin ötesine geçmiş. Daha önce The Master Of Flying Guillotine filmiyle dikkatimizi çeken silah, aslında ilk defa bu filmde karşımıza çıkıyor. Bundan daha önemli olan tek unsur ise filmde asıl başrolün kendisinde oluşu. İşte tam da bu nedenle yani tek bir silahın etrafında dönmesi dolayısıyla film, diğer intikam temelli film senaryolarından kendini ayırmayı başarıyor.

Aslında bir Shaw Biraderler filminde ‘başrol’ kelimesini kullanmak, komün halinde yaşayan oyuncular için pek doğru değil ama her filmde öne çıkan birkaç oyuncu olduğunu göz önüne alacak olursak, bu filmde başı, uçan giyotini tasarlayan rolünde, aynı zamanda Ho Meng-Hua’nın gözde oyuncularından Ku Feng ve söz konusu silahı kullanmakta uzmanlaşan Chen Kuan Tai’nın çektiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Zalimliğiyle nam salmış Ching Hanedanı, Han’lara kök söktürmektedir. Hanlar da karşılık olarak, ellerine geçen her fırsatta isyan çıkarmaktadırlar. İmparator, kendisine haber getiren elçileri, yakayı ele vermeden öldürtmek amacıyla adamı Xin Kang’a (Ku Feng), ölümcül bir silah tasarlatır. Uçan giyotin adı verilen silahtan çok etkilenen imparator, kendi kafasının da birgün kopabileceği korkusunu, bu çok tehlikeli silah karşısında hissetmiştir ama olayı tamamen kendi tekeli altına almak için, Xin Kang’tan hemen bir tim kurmasını ve tüm adamlarını uçan giyotinle eğitmesini ister.

Timin genç elemanlarından Chen Kuan-Tai’nin canlandırdığı Ma Teng ve Wai Wang’ın canlandırdığı Ah Kun, ama bilhassa Ma Teng, kısa süre içerisinde müthiş yetenekleriyle uçan giyotin konusunda uzmanlaşmışlardır. Nihayetinde imparator uçan giyotini kullandırmak için idam emirlerini de vermeye başlar. Genellikle başka hanedanların elçilerini ve vezirlerini ortadan kaldırmaktan ibaret olan bu durum, Ma Teng’i rahatsız etmeye başlar. Zira aslında masum insanları öldürdüğünün farkına varmıştır. Vicdanına karşı gelemeyerek imparatorun elinden kurtulup dağlara taşlara kaçan, kısmen de olsa hayatını kurtardığı kadınla evlenerek çiftçi olan Ma Teng, sanmam ki uçan giyotine tövbe etmiş olsun.

Uçan giyotinin havalandığı anlarda bir bilim kurgu filmini andıran film, işte bu andan itibaren bol kafa koparmalı bir kaçma-kovalama hikayesine döner. Ama aksiyonunu çiftçilikle durgunlaştırmadan! Film, uçan giyotine karşı elinde tuhaf bir silah tutan Ma Teng’in, peşine düşen adamları bir bir haklaması ve tıpkı One Armed Swordsman’de olduğu gibi karısıyla birlikte çiftçilik yapmak üzere ufka doğru uzaklaşmasıyla son bulur.

Uygulamalı bir uçan giyotin seansı izlediniz

Ho Meng Hua’nın tuhaflıklarından nasibini almış film, Çin İmparatorluğunun entrikalarının wuxia ekseninda harmanlanmış başarılı bir örneği, nereden bakarsanız bakın. Kamera önüne ufaktan bir kadın memesi sokmayı da başaran Ho Meng-Hua, dönemin sansür yıkıcı yönetmenleri arasına ismini sokmayı başarmışa benziyor.

The Flying Guillotine
Xue Di Zi
Yönetmen: Ho Meng-HuaSenaryo: Kuang Ni

Oyuncular: Chen Kuan Tai, Ku Feng, Wai Wang

Yapım: 1975, Hong Kong, 101 dk.

The Flying Gulliotine 2

İkinci filmimiz 1978 tarihli The Flying Guillotine 2 ise, Cheng Kang tarafından yönetilmiş, sıkıcı başlayıp oldukça eğlenceli biten bir film. Her şey hemen hemen ilk filmin kaldığı yerden başlıyor. İlk filmde silahı tasarlayan Ku Feng, bu defa entrikacı imparator rolündeyken, Chen Kuan Tai’ın canlandırdığı Ma Teng’e Ti Lung can veriyor.

Haydi rastgele!

Son zamanlarda Han’ların isyanları artmıştır. Hatta kadınların başı çektiği isyancı gruptan biri, imparatora saldırmış ama öldürmekte başarılı olamamıştır. Kaçan adamı imparatorun elinden kurtaran kişi, ilk filmin sonunda elinde şemsiyevari bir silah tutan Ma Teng’ten başkası değildir. Ma Teng, uzman olduğu ölümcül silah uçan giyotini durdurmak için başka bir silahı, demir şemsiyeyi tasarlamıştır.

Uçan giyotinin bıçaklı kısmına girip açıldığında giyotinin mekanizmasını bozan demir şemsiye, imparatoru korkutmuştur. Uçan giyotini tasarlayan ustaya (bu filmde Budist bir rahiptir) giderek, demir şemsiyeyi devre dışı bırakması için uçan giyotini geliştirmesini ister. Kısa bir araştırma aşamasından sonra ustanın, demir şemsiyeyi durdurmanın yolunu, uçan giyotini oynar başlık ve çift bıçak sistemli olarak yeniden tasarlamakta bulması, filmi kim kimden daha mühendis havasına sokmuştur.

Hikaye bir koldan silahın geliştirilmesi olarak yürürken, diğer koldan da tıpkı ilk filmde olduğu gibi imparatorun Ma Teng’i ortadan kaldırmak için türlü işler çevirmesinden ibarettir. Bu uğurda Ma Teng’in karsını ve çocuğunu öldürmeyi başaran imparator, boğazında bir kaşıntı hissetmeye başlamış olmalıdır. Yaklaşık bu sıralarda kaleyi içerden fethetmek isteyen Han isyancılarının kadın grubu, imparatora yanaşarak, onu korumak için has adamlarından olma şerefine erişmiş, yeni nesil uçan giyotinin projelerini çalarak Ma Teng’e ulaştırmayı başarmışlardır.

Ma Teng, oynar başlıklı giyotini durdurmak için tüm marifetini göstererek çift uçlu bir mızrak ortaya çıkarır. Böylelikle seyir keyfi de ikiye katlanır. İkinci filmin finali de tıpkı birincisi gibi seyirciyi tatmin edecek formatta, yani kung funun ve wuxianın dibine vurup, kopan kafaların aralarına imparatorunkini de ekleyerek, kuş misali kırmızı bir gökyüzünde uçuştuğu formatta vuku bulur.

Bebek yüz Ti Lung’un adeta bir anti-uçan giyotin timi gibi çalıştığı filmden alınması gereken esas ders ‘düşmanını tanı ki, onu yenmenin yolunu bulasın’ olmuştur. Asıl isminin Demir Şemsiye Uçan Giyotine Karşı olması gereken film, efsanevi ölümcül silahı, tüm kullanım zorluğuna karşı seyircinin karşısında her yönüyle göstererek, türü sevenlere müthiş hazlar yaşatmak için keşke bir ‘oynat’ tuşu uzağımızda olsaydı. Bir gün mutlaka deyip her zamanki gibi saçmalayarak uzaklaşıyorum.

Palace Carnage
The Flying Guillotine 2
Can Ku Da Chi Sha
Yönetmen: Cheng KangSenaryo: Kang Cheng, Yung-Chang Li, Kuang Ni

Oyuncular: Ti Lung, Ku Feng, Lo Lieh

Yapım: 1978, Hong Kong, 88 dk.

Ninjanın Gizli Silahı: Tek Taş Yüzük / Ninja’s Extreme Weapons

$
0
0

Yeni bir Godfrey Ho deliliğiyle yeniden beraberiz. Yönetmenin kendisi de böyle bir film yaptığı için (bakınız çektiği demiyorum) utandığından olsa gerek, filmin yönetmen hanesinde kendi ismini kullanmaktansa, Victor Sears adını kullanmayı yeğlemiş. Utanma Ho amca, ben bu filmleri seyrettiğim için utanmıyorum. Çünkü muhtaç olduğum sinema bilgisinin, senin o cevher filmlerindeki rengârenk Ninjalarda gizli olduğunu biliyorum.

The post Ninjanın Gizli Silahı: Tek Taş Yüzük / Ninja’s Extreme Weapons appeared first on Tersninja.com.

Viewing all 59 articles
Browse latest View live